15 Mayıs 2010 Cumartesi

Böyle orospu çocuğu bir lanet...

Bir kız arkadaşımla akşam vakti yorgun bir şekilde Taksim'de noodle yiyorduk. Bütün dünyada ünlü bir partinin İstanbul ayağında bana VIP girişi ayarlamışlar, şaşkın şaşkın baktım, yemeğimi bitirdim, onu uğurlayıp evime döndüm... Çok insana gelemiyorum...

Birkaç saattir pencerenin önünde sardığım sigaraları içip boğaza bakıyorum, arkada çalan tek şarkı var. Beni keşfedip edebiyat dünyasına sokan Tolga Hoca'mın dedikleri geliyor aklıma yıllar önceki. Kız arkadaşımdan ayrılmıştım, tek kelime etmiyordum ama bir kitap dosyası kadar yazmış, Hoca'ya getirmiştim. "Niye içip dağıtmıyorsun?" demişti, "herşeyin öncesinden farklı birşey hissetmiyorum ki" demiştim, "sanırım ben böyle dikiş tutturamayacak bir adamım". 20 yaşının mastürbatif blöfçülüğüyle beni yalanlaması için Tolga Hoca'nın suratına bakmıştım.

Hiç istifini bozmadı; "Sen hep böyle yaralı hayvanlar gibi yalnızlığı seveceksin" dedi, "yazar olmak böyle orospu çocuğu bir lanet, şimdiden farket bunu"...

Birkaç saattir apartmanın en üst katındaki pencerenin önünde sardığım sigaraları içip boğaza bakıyorum, arkada çalan tek şarkı var. "Leonard Cohen- Tower of Song". "ben yoruluyorum bazı bazı" diyorum arkamı dönüp, "yazmak böyle orospu çocuğu bir lanet, alış buna" diyor Cohen Abi... Derginin bu ayki yazısının başına geçiyorum sonra...

Ha moralin bozuk mu deseniz, gayet iyiyim, en hastalıklı tarafı da bu sanırım...

Well my friends are gone and my hair is gray
I ache in the places where I used to play
And I'm crazy for love but I'm not coming on
I'm just paying my rent every day in the tower of song...

I was born like this, I had no choice
I was born with the gift of a golden voice
And twenty-seven angels from the great beyond
They tied me to this table right here in the tower of song...

So you can stick your little pins in that voodoo doll
I'm very sorry, baby, doesn't look like me at all
I'm standing by the window where the light is strong
Ah they don't let a woman kill you not in the tower of song...

9 Mayıs 2010 Pazar

İğde bir kuşağın bilinçaltıdır...

Bütün çocukluğumuz boyunca yazlıkta sitenin iğde ağaçlarına dadanmıştık. Parayla satılmayacak kadar faydasız bu meyve en büyük keyiflerden bizim için, çünkü orada duruyordu ve yemek için tırmanmamız gerekiyordu, çok yükseğe değil, sadece yeteri kadar.

Şimdi kime baksam bu "sevgili mevzuularında iğde sendromu durumu"nu görüyorum. Kadınlar (ya da okuyucunun cinsiyetine göre adamlar) oracıkta duruyorlar, beraber olman için bir çaba gerekiyor, öyle çok fazla değil, sadece yeteri kadar, her seferinde biraz daha az. Oysa sadece çocukluğunu yaşayanlar bilir ki ne kadar sık yersen, iğdenin ne kadar dandik bir meyve olduğunu o kadar iyi anlamaya başlarsın.

Yine yazlıkta bir çocuk çeşidi vardı ki en yüksek ağacın, en ince dalında durmayı severdi, sen aşağıdan izlerken, orda yalnız başına. Oysa sadece çocukluğunu yaşayanlar bilir ki bu çocukların her zaman en az bir iki kırıkları vardır.

Belki de iğde ağacındaki çocuğun karnı ağrıyıncaya kadar bekleyip, yüksek ağaçtakini taşlamalı. Çünkü çocukluğunu yaşayamamış herkes bilir ki içini soğutmak gibisi yoktur...